onur ilter

Tekel 2000

25/05/2018

İzmir’de nefes aldırtmayan bir sıcak var, ocağın üstünde bir tencere, içinde biber ve kabak dolması. Bankonun üzerinde bir çakmak, boş bir Tekel 2000. Bir ses var, sanki zil çalıyor. Sandalyeden zor kalkıyorum; ananem kapıyı açmış.

 

- Aaa… Ali… Gel, içeri gel.

- Girmiyim ben.

 

“Anane o kim?” diyorum; belli belirsiz bir gölge kapının önünde kaybolup gidiyor aniden. Ananem kapıyı örtüp içeri geliyor, yüzünde kırık bir gülümseme. Ağlıyor mu diye bakıyorum, ağlamıyor ama sanki gözleri fayansların arkasına bakıyor gibi.

 

“O kimdi anane?” diyorum; gözlerini duvar kağıtlarına dikiyor. Elini çenesine dayamış, tırnakları dudaklarına değiyor bir eliyle saçını düzeltiyor diğer eliyle başını tutuyor, sanki başı yana devrilecekmiş gibi. Koşup balkona çıkıyorum, yokuşun sonunda dedemi görüyorum. Öğle güneşi saçına vurunca bembeyaz parlıyor, adım atışından tanıyorum.

 

“Anane o kimdi?” diyorum; “Ali gelmiş, Ali” diyor. “Anane n’aptın?” diyorum. Hiçbir şey demiyor.

 

Ananeme sarılıyorum. “Girmedi ama neden girmedi, gel dedim gelmedi, girmedi, neden?” diye soruyor; kendi kendine konuşuyor sanki, kelimeleri seçmeye çalışıyorum. Anlamıyorum hiçbir şey söylediklerinden, mutfağa gidip bir bardak su getiriyorum. Eline alıyor bardağı ama içmiyor. Sol kaşını kaldırmış, duvarın kirişlerine bakıyor. “Anane üşümüşsün.” diyorum. Hırkasını veriyorum; o gün hiç konuşmuyor.

 

Akşama doğru koltuktan kalkıp mutfağa gidiyor, iki tane biber dolması koyuyor tabağa. Bir tane de eline alıp öylece ayakta yiyor. “Anane gel otur da ye.” diyorum. “Bitti bitti” diyor. “Çal azcık” diyor sonra eliyle kasetçaları göstererek. “Kimi istiyon, anane” diyorum, “Adnan mı Zeki mi?”; “Zeki aç.” diyor. Kaseti başa sarıyorum.

 

Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu… diyor Zeki Müren. Ananem azıcık koltuğa kıvrılıyor, bacaklarını içine çekiyor. “Anane iyi misin?” diyorum. “İyiyim ya, dolma şahane, sen de ye hadi azcık…” diyor. Gözlerini kapayınca sırtına hırkasını örtüyorum. Böğürerek ağlamak istiyorum. Yukarı çıkıyorum. Sandalyeme oturuyorum. Sarı kurşun kalemlerin arkasındaki pembe silgileri yoluyorum dişlerimle. Sonra hepsini kırıyorum, tak tak, kırdıkça yenisini alıyorum, çat diye kırıyorum, o kırılınca bir tane daha alıp kırıyorum, tam ortasından çıtır çıtır kırıyorum hepsini.

 

Sonra yatağa uzanıyorum, yastığın serinliği yüzümü okşuyor; hava öyle sıcak ki İzmir üzerime yapışıyor yine, pijamalarla duşa giresim var ama yastığın serinliğine kapılıyorum.

 

Gözlerimi açtığımda akşam olmuş. Yüzüm yastığa yapışmış sanki, burnum kanamış. Yastık, çarşaf, bütün yatak kan içinde. Doğruluyorum, kollarımın kenarından kan damlıyor; yataktan kalkıyorum, yerler hep kayıyor ayaklarımın altında. Dizlerim titriyor ayakta durmaya çalışırken, kapının koluna tutunuyorum. Elim kayıyor, düşecek gibi oluyorum; her yerde ağır bir pas kokusu. Ayak bileklerime kadar ılık ılık kan dolmuş bütün oda. Kapıyı açıyorum, odanın içinden kan oluk gibi dışarı akıveriyor. Sonra bir sesle irkiliyorum aniden:

 

- Kalktın mı?

 

Annem banyoda, çamaşır makinesini dolduruyor. “Kalktım” diyorum, “ananem nerde?” Annem beyazları renklilerden ayırıyor. “Gitti ananen” diyor.

 

- Gitti mi, nereye gitti?

- Evine gitti işte.

- Neden bıraktın, kalsaydı ya?

 

“Duruyo mu ki sanki, durmadı gitti işte.” diyor annem. Ananemi aramak istiyorum; ama daha varmamıştır belki diye düşünüyorum.

 

- Ne zaman gitti ki?

- Oluyo bi saat.

 

Sonra içim huzursuzlanıyor: “Anne var ya, bugün Ali dedem geldi.” diyorum. “Nereye?” diye gözlerini patlatıyor annem; “Buraya…” diyorum.

 

- Ne zaman geldi?

- Sen çarşıdayken.

- E n’aptın?

- Ben görmedim, ananem açtı kapıyı.

- Ne?!

- Yok ama girmedi içeri, ben görmedim zaten. Öyle kapı çaldıydı, ananem açmış kapıyı, gel gel içeri gel dedi; sonra dedem döndü gitti, ben girmiyim şimdi dedi, ben anlamadım ama ilk önce kim, anane kim o dedim, o arada dönmüş gitmiş dedem, ben sonra balkondan çıktım baktım, böyle arkadan gördüm, yeleği vardı üstünde, saçından tanıdım.

 

“İçeri mi çağırdı?” diyor annem; benim bile inanasım yok zaten. Başımı sallıyorum. “A aa… Nerden tanıdı ki acaba?” diyor annem. “Tanır tabi ya, nasıl unutsun?” diyorum. “Ama sonra bi garip oldu böyle, gözlerini dikti duvarlara baktı hep, hiç konuşmadı.”

 

- Hiç mi konuşmadı?

- Yok, tek laf etmedi. Akşamüstü biraz kendine gelir gibi oldu, biraz yemek yedi sonra bi ağırlık çöktü öyle koltuğa kıvrıldı.

- Şekeri çıkmıştır, ne yedi?

- Dolma yedi.

- Ona yağ iyi gelmiyo, pirinç var onun içinde ağır gelmiştir. Aldı mı ilacını?

- Aldı galiba.

 

Annem derin bir nefes alıyor, ofluyor içi sıkılmış gibi. Dudağımın içini kemiriyorum.

 

- Dayım ne dedi?

- E dayın, Alzheimer diyor.

 

Alzaymır falan anlamıyorum ben, anlamak da istemiyorum. Çok canım sıkılıyor. “O neymiş?” diyorum. “Demens gibi işte…” diyor annem. “Demens ne ki?” diyorum. “Ya unutkanlık işte, ama böyle iyice ilerlemişi, artık iyice ağırlaşmış, normal değil, e kalp şeker de var, yaşlandıkça şimdi tabi daha da ilerledi, bi de habire eskilere gidiyo, hep geçmişi hatırlıyo, öyle oluyomuş zaten, çocuk gibi oluyomuşsun, geçmişe dönüyomuşsun, böyle geçmişten hadiseleri çok daha net hatırlar dedi dayın, ama dedi, iki saat öncesini dedi, hatırlamaz dedi, öyle dedi habire aynı şeyleri dedi, sorar sorar durur dedi.”

 

- E n’apcaz peki?

- Yani ilacını alcak işte ama yapçak çok bişi yok. Öyle geçmiyo, ilerleyip duruyo.

- Sana ondan mı anne dedi geçen gece?

 

“Çok içim acıdı.” diyor annem; gözleri doluyor. “Beni kendi annesi sandı, anne anne dedi ellerimi tuttu, anne benim dedim. Benim anne, kızınım ben dedim; öyle baktı baktı…”

 

- Keşke gitmeseydi o zaman, evde yalnız daha zor değil mi?

- Dinliyo mu ki, dinlemiyo, yalvar yakar ettim dinlemedi, giydi çizmesini gitti.

 

Annem yine derin bir nefes alıyor, ofluyor. Dudağımın içini kemiriyorum, demir kokuyor her yer. “Ben bi pirinç haşlıyım.” diyor annem aşağı iniyor.

 

Odama dönüyorum. Başımı masaya dayıyorum. Masa lambasının yanında fosforlu bir çıkartma var. O çıkartmaya takılıyor gözüm. Lambayı söndürüyorum, odanın karanlığında loş yeşil bir ışık kalıyor gözümün içini dolduran. O yeşil ışığın içinde küçük bir balık görüyorum, o balığın ağzından ufak bir küre çıkıyor, o kürenin içinde bir kurbağa var, etrafında koşup duran iki çocuk görüyorum, sonra o çocuklardan birisi sarı bir akrebe dönüşüyor, akrebin yanında büyük mavi bir terlik, terlik havada dönüyor dönüyor sonra bir mimozaya çarpıp yere düşüyor, mimozanın dallarında uğurböcekleri, etrafta çakıl taşları, taşların arasından gelincikler fışkırıyor, gelinciklerin yaprakları ananemin eşarbına dönüşüyor sonra, ananem ellerini açıyor, ellerimi tutuyor, ellerinin damarlarını hissediyorum parmaklarımın ucunda. Ananem koltukta ben onun kucağında…

 

- Anane sen hep gelceksin dimi?

- Gelcem tabi.

- Anane bugün yarın mı?

- Ananenin gülü… Bugün salı, yarın ola, hayrola.

- Anane yarın olunca gelcek misin?

- Ben bugün kalırım, gitmem gari, yarın da kalırım.

- O zaman anane yarın kahvaltıda şokellalı ekmek yapar mısın?

- Yaparım ya, şindi de yaparım, istiyon mu?

- Evet, ama anane, sen de ye, sen hiç yemiyosun büyümüyceksin.

- Hahhayt, gel gel yanıma… Büyürüm ben büyürüm ama evvel sen bi büyü bakalım.

- Anane, beni fuara götürcen mi?

- Götürcem, ne zaman istiyon, bugün gidelim mi?

- Olur. Kestane şekeri de alcaz mı?

- Alcaz.

- Paraşütçülere de gitçez mi?

- Gitçez tabi.

- Tırtıla da bincez mi?

- Bincez, bincez. Sen git ama bi ekmek al gel, ekmek yok.

 

Ne?

 

- Ekmek yok diyorum, bi ekmek al gel.

- Tamam.

 

Annem odanın kapısını kapatıyor, o gidince sandalyede doğruluyorum; sırtım nasıl acımış. Masa lambasını yakıyorum tekrar, içeride bir sivrisinek var, vızıldayıp duruyor. Tişörtümü değiştirip dışarı çıkıyorum. Hava çok sıcak, yokuş yukarı iyice ter basıyor. Nefes almak zor geliyor. Bakkala varıyorum, dondurma kasasının kapağı hafif aralık kalmış, kapatıyorum. Bakkalın kapısı sonuna kadar açık, içeride bir pervane dönüp duruyor; her yer sivrisinek. İki tane ekmek alıyorum, içeriden radyo sesi geliyor.

 

Gitme, sana muhtacım… diyor Zeki Müren. “İki ekmek…” diyorum, “bi paket de uzun 2000”.

 

 

 

Onur Ilter

 

 

© Berlin, 2019

This website is not using any cookies 🍪